sana diyorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sana diyorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Aralık 2010 Cuma

At tarrağı

Yılda iki veya üç kez Türk kahvesi içerim. Bunun bir ikisi kafam güzelken kendi evim yerine başkasının evine gitmişsem "al evladım iç kendine gelirsin" nidalarıyla denk gelir, diğeri ise daha geçengün babaannemlerdeyken oldu. Kafam güzel değildi. Normaldim. İzinli günümdü. Soğuktan ve yağmurdan korunmak için Halil ve Hasanla beraber babaanneme sığınmıştık. Halam Türk kahvesi ikram etti. İçtik. Makara olsun diye "Hasan falıma sen bakıcan kapatıyom bak" diyerek fincanı ters çevirdim. Ama profesyonel olmadığım için çevirirken önce altlığı fincanın üstüne koyulması gerektiğini sonra şöyle dirsekten verilen ince darbelerle 3 kere fincanın etrafta çevrilmesi gerektiğini bilemedim. Direkt fincanı ters çevirip tabağa oturtmaya çalışınca kısmetime yansıması gereken 3-5 damla kahve pötürcüğü pantolonuma damladı.
Bekledik, kahve soğusun diye. Beklerken de televizyonda bokla kakayla ilgili bi belgesel izliyorduk galiba. Tam konsantre olamadığımdan net bir şekilde hatırlamıyorum. Çiş'te olabilir pek tabiki.
Heyecandan gözüm fincandan, parmağımsa fincanın götünden uzak durmuyordu. "soğu lan soğu" diye iç geçiriyordum. En son 3 yıl önce falan fal baktırmıştım. Ona da o günler 14-15 yaşındaki kız kardeşim bakmıştı.
Halil "heyecan yaptı ıhıhıhı" diye beni taşşaktan taşşağa vuradursun, ben midemdeki dans eden fillerle uğraşıyordum. Evet heyecanlıydım. Evet ne çıkacak diye sabırsızlıkla bekliyordum.
Ve en sonunda o büyülü an geldi. Fincan tekrar gün yüzü gördü, en son dipte gördüğüm kahve taneleri fincanın her yerine saçılmış, şekiller şemalar oluşturmuşlardı.
"Burda bi at kafası var" dedi Hasan "At yarrağı değildir inşallah" diye geçirdim içimden. "Şurda da iki uzun yol var" dedi. O esna da dayanamayıp halam olaya el attı ve devamını getirdi "ohooo senin için kararmış ayol" dedi. Not: 23 yıllık yaşantımda halam bana ilk defa ayol dedi. "Ama bak şurdaki yolları görüyo musun, bunlar aydınlık yollar." dedi "birisi de yükünü toplamış sana doğru geliyor" dedi. Sonra tabaktaki fala baktı, ama ben "kim lan bana bavuluyla gelen? evde yer yok ki lan" diye konsantremi kaybettiğim için tabaktan ne çıktı hiç anlamadım.
Sonra ben de hasanın falına baktım "ooo burda sadece kocaman bi at yarrağı" var dedim.

15 Haziran 2010 Salı

Dünya büyük mü küçük mü bana sormayın.

"Amerika gezim iptal oldu yau hahaha" diyen adamlara hep özenmişimdir. Aslında ben kimseye özenmem, bu adamlarada hiç özenmedim gerçi ama böyle bi tarz'ları oluyo. Bu tarzın adı aslında genel olarak "vay orospuçocuğuna bak" tarzı. İyi anlamda değil, tamamiyle söylendiği gibi kötü anlamda. O yüzden asla özenmişliğim yoktur. Ama hemen vurmayın bana dostlar, ilk cümlemde neden özenmediğim halde özeniyorum yazdığımı anlatmama izin verin.
Ömrü hayatım boyunca bir çok ülke gezdim. Evet, kıskanabilirsiniz belki. Beni ilk gördüğünüz yerde "senin amına koim" de diyebilirsiniz belki. Tamamiyle anlayışla karşılamam. Bildiğiniz üzere avusturya doğumlu olduğumdan şengen olayı çıktıktan sonra bir çok ülkeye gittim. Hepsini şimdi saymak isterdim ama gitmediğim ülkeleri saysam daha az yer kaplar ve okumanız da daha kısa sürer.
"O kadar ülke gezdin...." diye gelmeyin bana, çoğu ülkeye ben tesadüf eseri ve hiç gezmeliğine gitmedim. Galatasaray 2 yıl önce Hertha Berlin'i kurada çekmeseydi Berlin'e hiç gitmişliğim olmazdı. "ooo yaşıyosun..." da demeyin be dostlar. Berlin'e gittim noldu?.. Gezebildim mi?.. Hayır!
Gittiğim bir çok yere gezmek için gitmiyorum, bir amacım olduğundan gidiyorum o amacı tamamladığımda hiç bir yere bakmadan geri dönüyorum. O yüzden gittiğim ülkelere aslında hiç gitmedim ben.
İlk yaz (güneşli kumsallı) tatilimi 97 senesinde ailemle beraber Antalya'nın Belek beldesinde yapmıştım. 13 sene önce. Ondan sonraki en büyük tatilim İstanbul'u çevreleyen adalar oldu. En uzağı ise Marmara adasıydı. Yani "vaayy şekil sende haaa" demeyin sakın. İstanbul'da yaşayıp deniz görmemiş insan istatiğini varsaymazsak bu şehirde yaşayıp adalara gitmeyen insan yoktur sanırsam.
Güzel ülkemizin başkentini de bu sene ilk defa gördüm. Öylesine gitmedim. Sınav vardı o yüzden gittim. Sınav olmasa gider miydim? Hayır. Bundan sonra gitmeyi planlıyo muyum? Mecbur kalmadıkça hayır.
Aslında gezmeyi çok seven ama gezmek için hiç bir şey yapmayıp birilerinden medet uman bir insanım ben.
Milano'ya gidip Duomo denilen kocaman bi kilisenin fotoğrafını çekip internette 100 euro'ya sattım bir kaç ay önce. Milano'ya niye gittin diye bi sorun. Marco diye bir arkadaşım Kargo şirketinde çalıştığından hergün Innsbruck - Milano arası gitgel yapıyordu. Bana da bir gün gelmek ister misin dedi. Tamam dedim. Tamamiyle bundan ibaret.
Marco ise 3 hafta önce beni arayıp "İstanbul'a bilet aldım, geliyorum. 14 Haziran - 23 Haziran arası oradayım, araba kiralayacağım, Pamukkale ve Ölü denizi mutlaka görmeliyim, sende boştaysan sende gel" dedi.
"Tamam" dedim.
Evet bugün 15 Haziran. Ve ben İstanbuldayım. Marco ise hala Innsbruck'ta.
"eee hani gelecekti 14 haziran'da"
Evet gelecekti, 14 haziran'dan bir iki hafta önce pasaportunun süresinin geçtiğini fark etseydi gelecekti. "Fethiye gezim iptal oldu yau hahaha"......

5 Nisan 2010 Pazartesi

Mülteci kampına hoşgeldiniz

"Oğluuuum sen manyaksın var yaaaa" dedi "neeeyyy" dedim. "Benim Avusturya vatandaşlığım olcak, ben senin yerine orda yaşıyo olcaktım, var yaaaaa sittin sene gelmezdim buralara" dedi. "hıı git o zaman" dedim "ama benim imkanım yok ki oğluuuum, bu ülke de mıymıy kıy kıy" diye devlete ülkeye giydirmeye başladı "hııı" dedim.
Dün artık bu tarz hayatındaki mutsuzluğun, ve hayatta başarılı olamayıpta kendi eşekliklerini devletin suçuymuş gibi gösterenler için bir şey düşündümm. Daha doğrusu hiç bir şey düşünmedim sadece Halil'deyken pasaportunu gördüm ve sonra zaten laf lafı açtı.
"atıyorum şimdi adamın biri Paraguay'a uçuyor. Uçaktayken üstündeki bütün evraklarını yırtıp yese, indikten sonra mecburen mülteci olarak kabul etmek zorunda bence o ülke onu" dedim. Halil başını adeta bir profesör, adeta bir halk kahramanı, adeta bir Cumhurbaşkanı edasıyla salladı, dediklerimi onayladı ve devam etti "Çünkü şimdi adam uçaktan indi diyelim hiç bir pasaportu, kimliği.. hiç bir şeyi yok diyelim kısaca, o zaman o ülke nereye sınırdışı edeceğini bilmediğinden bir süre kamp gibi yurt gibi bir yerde barındırıyor, tabi bu bir kaç yıl da sürebiliyor, ondan sonra seni mülteci olarak ülkelerine kabul etmek zorunda kalıyorlar." - "Ee peki" dedim "Adamı aynı uçakla geri gönderseler?" - "Heralde o da olmaz yaaaa" dedi. Zaten bende fazla kurcalamak istemedim çünkü o esnada aklıma süper bir soru geldi. "Ee halilciğim, diyelim ki şimdi o x kişisine orda yaşama ve çalışma haklarını veriyorlar ama adamın hiç kimliği falan olmadığı için bir nevi yeni kimlik çıkarırken kafasına göre isim seçebilir bu mantığa göre" dedim "Evet" dedi. Güldüm. Halil'de güldü. "Ben adımı Enis koymazdım lan" dedim "ne koyardın" dedi "Şu an aklıma gelmiyor ama böyle Batman, Süpermen, X-men falan koyardım heralde" dedim...

30 Aralık 2009 Çarşamba

Yılın başı

Bugün 30 Aralık 2009. Saatler şu an tam 23:53'ü gösteriyor. Yarın bu vakitler için akranlarımın bir çoğu planını programını yapmış ve heyecanla 24 saatin geçmesini bekliyorlar.
Peki ben?
Geçen seneden daha vahim bir durumdayım, ve bu sefer harbi kaçış yolum yok gibi. Geçen sene ne olmuştu ki?
19 Aralıkta İstanbul'a temelli dönmüştüm. Bu dönüş tarihim daha önceden bilindiği için başta kuzenim Hasan ve son zamanlarda kendini pazı yapmaya veren çocukluk arkadaşım Doğukan aylar öncesinden plan program yapmaya başlamışlardı.
İlk başta "kanka mekana akcaz, işte kızlar falan olcak. En az 30 kişi geliyo. Fenerbahçe'de bi mekan ayarlicam yakında. Orda kutlarız hep beraber. Tahminen işte kişi başı 50 milyon falan olur heee" denildi.
Sonra "kanka çoğu kişi yalan oldu, Evde 3 kız 3 erkek kutlicaz, işte ben kız arkadaşımı çağırcam Doğukan zaten kız arkadaşıyla kutlicakmış o da bize gelcek, sana da kız ayarlarız" denildi.
Ben İstanbul'a geldikten sonra "kanka bak 3 erkek 3 kız tamam mı sana da ayarlıyoz" denildi.
30 Aralık gecesi "kanka 5 erkek 5 kız olabiliriz" denildi
31 Aralık'ta benim soruma "kanka yalan olduk doğukan açmıyo telefonunu, sen bi bize gel akşam. bakarız bir şeyler" denildi.

Akşam saatlerinde Sahrayıcedite, kuzenin evine gittim. Eşofmanlarımla. O da beni kapıda boxer'la karşıladı. İkimizin birbirinden farkı yoktu. Son paramızla 2-3 bira almıştık ve Windows Media Player'dan "Everytime we touch-cascada(djtranciko REMİX).mp3" ve "mavilim.com-infinity-clubmix.mp3" dinliyorduk.
Saat akşam 22 sularında MSN Messenger'dan hala online olan 3-5 kişiye mesaj atıp "ulan bari cebinde parası olan biri olsa da gelirken bakkala uğrasa" diye son umudumuz olacak kişiyi arıyorduk.
Sonra Kerem diye bir arkadaşı geldi Hasanın. Maltepe de bir yakının mekanı varmış. Oraya gidelim diye tutturdu. Biz de zaten öyle bir davetiye bekliyorduk ama ne yazık ki ben eşofman hasan ise hala boxer'la ortalıkta fink atıyorduk.
Hasan kendi evinde olduğundan gömlek pantolon dert olmadı ama ben. Baştan aşağıya emanet kıyafetlerle yeni yıla girecektim. Abartmıyorum a arkadaşlar. Gömlek, pantolonu geçtim, çorap ve ayakkaplar bile emanetti. "Hadi herşeyi anladıkta çorap niye emanet birader" diyebilirsiniz. Ama gireceğimiz yıl Michael Jackson'ın ölüm yılı olacağını bilseydim o eşofmanın altına giydiğim beyaz çorapları çıkarır mıydım hiç? "Kanka bana siyah çorap ver laan" diye haykırır mıydım hiç?
Saat 23:45 gibi Maltepedeki mekanı bulduk ve yerimizi almamızla geri sayıma katıldık.

Zor olsa da geçen yıl sarhoş olmayı başarmış, hatta sabaha karşı bize katılan Doğukanla poker masasına oturmuş, sabah 11e kadar Poker oynamıştık. Ertesi 2 gün evden çıkmayıp 4 kere aynı makarnayı ısıtıp yemiştik.


Ama bu sene apayrı bir misyon beni bekliyor a canlarım. Saat şu an 00.24 yani yılın son gününe girmiş bulunmaktayız, ve hasan hala "tamam kanka rahat ol kanka" diyo!



Son alınan ileti zamanı: 31.12.2009 - 00:19.

29 Aralık 2009 Salı

Beremi

Facebookta etiket olduğum fotoğraflara göz atarken gördüm. Yine aklıma geldi. Yine hüzünlendim. O benim en sevdiğimdi. O benim en değerlimdi. O benim herşeyimdi...
Ama onu malesef yıllar önce okul yolunda kaybetmiştim. O benim en sevdiğim beremdi. Kışın kafamı ve kulaklarımı sıcacık tutardı. Okul çıkışı kartopu savaşında kafama aldığım darbeleri bir nebze olsun yumuşatırdı. Hep faydası dokunmuştu, hiç bir zaman onun dezavantajını yaşamamıştım.Tepesindeki kukuletası bir gün kopmuştu. Annem dikmiş eskisinden daha güzel hale getirmişti o en sevdiğim beremi.

Yıllar önce bir gün okula giderken otobüse binmiştim. Kardeş blog'da Kerem'in ele aldığı yazıda ki gibi Mason bir otobüs şöförüyle karşılaştığımdan, dışarısı -10 derece olmasına rağmen otobüste sıcaktan gebermemek için ceketi meketi ne varsa çıkarmıştım üstümden. İneceğim durağa yaklaştığımda tekrar herşeyi giyip "duracak" yazısını aktifleştiren kırmızı düğmeye basıp kapıya yaklaşmıştım. Ne olduysa o an oldu. Sevgili beremi nasıl oldu da otobüste unuttum?


Berem ve ben. (bebek arabasındaki kardeşim)

Bilmem hatırlar mı? Akşam evde kayıp eşya bürosunu araması için babama yalvarmıştım. "Sen kaybetmedin mi oğlum. Ara kendin o zaman" diye 'yavaş yavaş büyüdün artık bu işlerin peşinde sen koş' sinyali vermek istiyordu ama ben o an bunu 'sokarım senin berene, beyinsizlik etmeseymişsin o zaman. git kendin peşinde koş şimdi' gibisinen algılıyıp babama da küsmüştüm. Zor da olsa kayıp eşyaya ulaşıp sormuştum beremi.

-Nasıl bir bereydi?
-Böyle renkli, mor, mavi, yeşil, sarı. tepesinde de kukuleta var.
-bir bakalım genç...
....
..
.......
-yok.. malesef hiç teslim eden olmamış.

17 Ekim 2009 Cumartesi

Dünyanın en ağır kanlı adamı

Herkes ondan bahsediyordu, bahsedenler bile taklidini yaparken onun kadar ağır olamıyorlar, onun kadar hareketlerinde asil olamıyorlardı. Herkes bir kere olsun dünyanın en ağır kanlı adamını görmek, yaşamak istiyorlardı.
Ve o büyük gün gelmişti. Başına geleceklerden habersiz, çocuk yola koyuldu. Hergün yaptığı işleri bir kez daha yapmak için 1 saatten fazla trafik çilesi çekti ama hiç isyan etmezdi zaten. O gün de etmedi. Gitti işine, ceketini çıkartıp kolları sıvayıp başladı çalışmaya. Aradan bir kaç saat geçmişti. Layıkıyla işini halleden çocuk onu gördü. Evet, herkesin bahsettiği, çoğu kişinin bizzat yaşama şansı bulamadığı dünyanın en ağır kanlı adamı çocuğun karşısındaydı. 7 saniye süren soru sordu çocuğa... "Buuuuu.... neeeediiiiiirr" dedi uzunca kısık bir ses tonuyla. Çocuk çok etkilenmişti. O kadar etkilenmişti ki cevap verirken ister istemez kendisi de ağırlaşmıştı... "oooo okuuuuumaaa gözlüüüğüüü beyeeeffeeendiiiii"
Çocuk dalga geçmek için değil, tamamiyle dünyanın en ağır kanlı adamının saçtığı o negatif enerjiden etkilendiğinden böyle davranıyordu. Sırf çocuk değil, dünyanın en ağır kanlı adamının dokunduğu, uğraştığı, görüştüğü herkes, herşey bir anda onun etkisinde kalıp ağırlaşıyordu. Adam'a herkesle aynı anda gelen sıcak çorba adamda saatlerce sıcak kalabiliyordu, o kadar ağırlaşıyordu ki soğumak için saatler gerekiyordu. İlk adam yürüyen merdivene biniyor, en son o iniyordu. Mekanik elektronik ne idüğü belirsiz araçları bile böyle yoldan çıkarabiliyordu. Hatta bazı profesörler tarafından istanbul trafiğinde ki sorunun ana sebebi olarak gösteriliyordu. Çünkü o ne zaman dışarı çıksa yeşil yanan ışık kırmızıya dönmek için saatler, bindiği taksi gideceği yere gidene kadar neredeyse günler harcıyordu. Şimdi de sıra çocuktaydı. Sanki kriptonit'e yaklaşmış süpermen gibi, sanki motoruna kuş uçmuş uçak gibi, sanki tribünde hemen bir arkasındaki kişinin meşale yakması sonucu kafası yanan kişi gibi acılar çekiyordu çocuk. Ama sebebini de bilmiyordu, aynı süpermenin, uçağın, veya her hafta aynı meşale yanıklarını hissetmesine rağmen yine de inatla ve büyük aşkla maçlara giden insanlar gibi sebebini bilmiyordu.
Adam çok ağır kanlı tavrılarına devam ediyordu. Çocuk hala şaşkındı. Cebinden 20 milyon çıkarttı verdi çocuğa, para üstünü aldı ve gitti.
Dünyanın en ağır kanlı adamı her an her yerde karşınıza çıkabilir. Sakın gözlerine bakmayın.

27 Ağustos 2009 Perşembe

Kızlı ortamlar

Orta okul'un ilk günüydü. Yeni okul, yeni arkadaşlar edinmenin tedirginliği ile 11 yaşımda olmama rağmen anne ve babamın elini tutup gitmiştim okula. Sınıfa girdikten sonra sadece 3 çocuğun daha anne ve babasının yanında olduğunu gördüğümde "ulan ilk günden sütçocukları tayfasına adımı yazdırdım" diye kahrımdan ölmek istedim.
ikinci dikkat ettiğim nokta ise sınıf öğretmeni ve sınıfta bulunan toplam 4 anne hariç hiç bir karşı cinsin olmayışıydı. Evet dostlarım, 29 kişilik sınıfın tamamı erkekten oluşuyordu. Gerçi daha 11 yaşındaydık, sınıfta kız olsa bile kopya çekmek ve zorla ev ödevlerini yaptırmak hariç hiç bir işe yaramayacaklardı. Ama ben ileri görüşlüydüm. Orta okul bu, yıllarımı alacaktı. Hep 11 kalmayacaktım işte. Yan sınıfta kızlar vardı ve o yan sınıftaki kızlarla okul çıkışında aynı otobüse binme dışında hiç bir şekilde kızlı bir ortama girememiştim o yaşıma kadar.
Bazen otobüste yanıma yan sınıfın en güzel kızı oturuyordu, virajlarda kolu koluma çarpınca o kız benden hoşlanıyor sanıp günlerce kızın hayalini kuruyordum. Sonra başka bi kızla virajda çarpışıp onun hayalini kuruyordum. Derken orta okul bitti. Lise'ye başlayacaktım. Bu sefer öyle pis bir şanssızlık olmayacağından emindim. Lise de yüzde yüz aynı sınıfta kızlarda olacaktı, ve ben onlarla önce dost olup sonra sevgili olup sonra ayrılıp en iyi arkadaşlarıyla çıkacaktım. Yaş 14 bilemedin 15 civarı olduğundan Lise başlangıcıyla birlikte ergenlik dönemimde başlamıştı ve isyankar dönemlerimi oynuyordum. Boyum uzuyor, ama kafam büyümüyor vücuduma oranla ufak kalıyor, kaşlarım zaten hayvan gibi olduğundan ufacık suratta kocaman kaş ve az buçuk uzun boylu sivilceli çocuk imajı çiziyordum. 3 yılda o çilelerle heba olunca ben "en iyisi askere gideyim, nasılsa bunca yıl kızlı ortama giremedim, tam şimdi girerim sonra askere çağrırlar yine erkeklerle bi arada olmak koyar, en iyisimi alışmışken erkeklerle takılmaya devam edeyim ben" dedim.
Askerde ise "ulan keşke gitmeden sevgili yapsaydık, döndüğümde tren garında belki beni karşılardı, sarılırdık deli gibi birbirimize öpüşürdük, olmadı ben askerdeyken beni terk ederdi, döndüğümde onun arkasından küfürler savururdum. en azından hararetli bir şey yaşardım lan" dedim. O da olmadı.
Şimdi ise havalimanında çalışıyorum "iş hayatı lan, kesin kızlarda vardır, hem havalimanı oluuuum, ayrıca mağzada çalışıyorsun, acaip hatunlarla birliktesindir" diyenleriniz olacaktır elbet, ama öyle değil işte dostlarım. Perakende sektörüde yalanmış. Koskoca Atatürk Havalimanı D&R birinci mağzasında kız yok. Evet, hiç bir kız çalışmıyor benim çalıştığım yerde. Anlatıyorlar "eskiden 5 kasiyerin 3ü kızdı, müzikçi kızdı, kitapçı kızdı" diye. Nerde lan o kızlar. Niye benim gittiğim yerlerde yoklar hiç?
Orta okulda yan sınıflardaki kızlarla otobüsün doluluğundan çarpıştıktan sonra hayaller kurup otuzbir çeken ben, yine yan dükkanlara bakmak durumundayım. Gerçi bi kız var, sandviççide çalışıyor. Bir kaç haftadır kesişiyoruz bugün yine göz göze geldik ve bana gülümsedi. Pek yakında evlenebilirim.

14 Temmuz 2009 Salı

Sıçırt

Ağır ağır yürüyordum yolda. Bir anda karnıma ağrılar girdi. Durdum. Etrafıma bakındım. Ne bir Burger King ne bir Simit sarayı. Yoktu hiç bir şey. Hızlı hızlı yürümeye başladım. basınç git gide artıyordu ve aklımdan "eğer şimdi altıma sıçarsam burdan eve nasıl giderim" düşüncesi çıkmıyordu.
En sonunda imdadıma bir McDonald's yetişti. Daldım içeri "sipariş veremeyen var mı" sesleri arasında ikişer üçer çıktım basamakları. Tam tuvalete yaklaştığımda kapının önüne şerit çektiklerini fark ettim. Yine de kapıyı ittirdim "aga acil" dedim "ya kusura bahmayın tualet dıkanmış şindi onla uğraşıyos" diye bir ses geldi. "Allah" dedim, artık dayanamaz haldeydim. Aklımdan bok hariç hiç bir şey geçmez olmuştu.
Çıktım. Sokağın karşısında simit sarayı gördüm. Işığın yeşil olmasını beklemeden koşarak karşıya geçtim. Ölseydim harbiden bok yoluna giden ilk insan olma şerefine layık olacaktım ama olmadı. Ölmedim. Simit sarayında buldum kendimi. Önümde bir genç yavaş yavaş tuvalete doğru yürüyordu. "Eğer onun önüne geçersem sadece ona ayıp olacak, geçmezsem altıma sıçtığım için cümle aleme rezil olacam" dedim ve "sikerim anasını" diyip elemanı azıcıkta iterek önüne geçtim ve tuvalete girdim. Kapıyı kilitledim. Önümü döndüm ve o manzarayla karşılaştım.
Benden önce giren biri tuvaletin her tarafını kullanmıştı. "hadi sifonu çekmemişin onu bi nevi olsa anlarım da kapağa nasıl sıçtın aga" diyip isyanımı dile getirdim kendi kendime "Şimdi burdan çıksam sırada bekleyen eleman ben yaptım sanacak, ee bu tiksinç yere de oturamam. nabıcam ben şimdi" diyip resmen götümdeki boku unutmuş bir şekilde durdum ve düşünmeye başladım. Temizlemekten başka çarem yoktu. Aldım elime tuvalet fırçasını aldım diğer elime köşede duran 1 lt ölçülü olan tuvalet sürahisini. başladım fırçalayıp yıkamaya.
Tuvaleti temizlediken sonra oturdum ama artık o bok geri kaçmıştı. Olmadı. Yapamadım.

24 Haziran 2009 Çarşamba

O Adam

Bir adam geldi dün. Mağaza'nın sakin ve boş olduğu anlardı. Tipi bir hintliyi andırıyordu fakat memleketini soramadım. Uzun süre kitaplara baktı. En sonunda aradığı kitabı bulmanın sevinciyle kitap ile birlikte yanımıza geldi. Kitabın kapağını açıp elinle olmayan bir kalemi tutuyormuş gibi yaptı ve elini sağa sola salladı mutlu bir ifadeyle. Bu yaptığı işaret hemen hemen her millet tarafından yazı yazma işareti olarak benimsendiği halde yine de tam olarak ne demek istediğini anlamadık. "Ne diyon dayı ne yazcan" dedik. "My name, my book" gibisinden bir şey dedi adam. Yönetici "Sen satın aldın mı o kitabı" diye sordu türkçe. Adam anlamadı tabiki, eliyle hala yazı yazma işareti yapıyordu. Sonra köfteyi çakınca birimiz "sen misin o kitabın yazarı" diye sorduk. Adam sanki o an türkçe anladı ve "yes me yes. sign. my book. you sell" dedi. Yönetici "Yoooook big problem big problem" dedi. Adama kendi kitabına imzasını atmasını engelledi. Adam yıkılmıştı, kahrolmuştu. 1 dakika önce kendi kitabını bambaşka bir ülkenin raflarında görmekten duyduğu mutluluktan uçarken 1 dakika sonra boynu bükük kitabını götürdü aldığı yere bıraktı.
Önce acıdım adama. Sonra güldüm. Sonra "ulan bu adama demek hayatında kimse kitap imzalattırmamış. Nasıl bir şey anlamadım Allahıma." diye sorguladım. Sonra bir daha güldüm. Sonra makarasını yaptık akşam saatine kadar.

21 Haziran 2009 Pazar

Bavul

Dil yaparız, konuşuruz, durumu anlatırız, elbet anlayış gösterirler dedik ama göstermediler. "30 kilo'yu 1 kilo dahi geçmeyecek geçerse kilo başına 5 euro ödemeniz lazım" dediler. "Ama hamfendi bakın ben temelli dönüyorum istanbul'a, bütün hayatımı nasıl 30 kiloya sığdırayım, yapmayın etmeyin nolur, şunun şurasında kış ayındayız uçak full bile çekmez, ayrıca 1 ufacık spor çantası bu yahu, olsa olsa 5 kilo olur 10 kilo olur yapmayın etmeyin" dedim "beyefendi nolur zorluk çıkarmayın" dedi. Bu cümle bir sinyaldi aslında. O yüzden babama dönüp "zorluk çıkarmayalım baba" dedim. Babamın o anki bakışı adeta halı saha veya mahalle maçında bütün takım olarak bir şeye itiraz ederken aynı takımdan kendisini dürüstlük abidesi birisinin çıkıp "yok ya faul değildi ya, onlar haklı" dedikten sonraki sinirli bakışları andırıyodu. Evet aynı takımdaydık, top taşın üstünden geçmişti, kimin sesi daha çok çıkarsa o haklı çıkacaktı, fakat ben takımımı satıp "ya top direğe çarptı aut o yaa" dedim. Ordaki hostes ise sanki yılların halı saha futbolcusu gibi, mahallesinin vazgeçilmez önliberosu gibi atladı olaya ve "bak senin takımındaki bile aut olduğunu söylüyo ooooluuum" dedi sanki.
Artık kaybetmiştik, daha fazla itirazın anlamı yoktu. O yüzden fazla gelen bavulu babamlara geri verdim ve planlanandan bir bavul eksik geldim İstanbul'a.
Buraya vardıktan sonra Avusturya da bıraktığım bavulun içinde fotoğraf makinamın şarj aletinin de bulunduğunu hatırladım. Tabi iş işten geçmişti. Annem bugün gönderirim yarın gönderirim derken 7 ay geçti ve geçengün Avusturya dan İstanbul'a gelen otobüse vermiş bavulları. Dedi ki pazar öğlen 12 de orada olacak. Esenler otogarından git al. İzinli günüme denk geldiği iyi oldu dedim ve çıktım saat 11 gibi yola. 12 de Esenlerdeydim. Aldım bavulları gittim tekrar havaalanı metrosuna. Bindim indim, bindim indim. baktım zincirlikuyudayım. Dikilitaş'a 2 bavulla yürümeye üşendiğimden bindim taksiye, tam ben binerken orta yaşlı bi kadın beşiktaş evlendirme dairesini sordu. Tabi şöför çakal. "Gel abla dikilitaşa gidiyorum ben ordan seni bırakırım" dedi. O teyze de bindi taksiye. Tam dikilitaşa geldik, taksimetreye baktım 4.12 yazıyor. uzattım 2 lira. şöför döndü "sen çoook çakal çıktın" dedi. Teyze de yandan "a aaa ama olmaz ki böyle" dedi. Bende hiç istifimi bozmadan "Valla teyzecim sen daha aşağıya ineceksin nerden baksan 2 lira daha yazar, ben olmasam 6 lira ödeyecektin şimdi 4 ödeyeceksin. hadi iyi günler" dedim indim arabadan. şöför gülüyordu. Bana çakal dedi ama yolun sonunda teyzeden full parayı aldığına da çakal olduğum kadar eminim.

28 Nisan 2009 Salı

Reyting

Reyting uğruna türlü türlü saçmalıklar içine giren insanları anlamıyorum. Diyordum ki "bu ne birader, sen niye obama geldi diye suratını siyaha boyarsın ki? sen niye reyting rekorları kırmak için kafana sütyen geçirip hebele hebele diye bağırıp şebelek olursun ki? Neden ulan?"... Bunları düne kadar gerçekten anlamıyordum. Aslında 3 gün öncesine kadar umursamıyordum da bu konuyu. 3 gün önce biri açıklamaya çalıştı, ve hala umursamıyorum galiba.
Evet, 3 gün önce caddebostan sahilinde sezonu açtım. Hava soğuk gibiydi ama değildi de. Öncesinde Bayan basket maçını izlemiştim, sonra Hasan "Aga arkadaşımın doğumgünüsü varmış oraya gidelim, yarım saat kalıp çıkarız" dedi. "valla hasan son bir haftadır toplam harcadığım para miktarı 45 kuruşu geçmedi, ne yola para verdim ne yemeğe. Şimdi cadde diyosun, barlar sokağı diyosun. Oralar pahalıdır. Ha sinyalcilik orda da yaparım yapmasına da şimdi öyle yerde de yapılmaz ki bu, hem gittiğimiz mekana kızlar falan da gelirse ne yapıcaz? ben sinyalciliğimi sadece kendi bünyeme faydam olsun diye geliştirdim, başkaları için yapamıyorum daha bunu. O yüzden bilmiyorum yani" dedim. "yarım saat en fazla bi saat aga" dedi. "tamam" dedim.
Hazırlandık çıktık evden. Hasan'ın bir başka arkadaşı, ki benim de arkadaşım sayılır çünkü tanışıyoruz, bizi arabasıyla aldı evin önünden ve gittik barlar sokağına. Arkadaşının yirmibirinci yaşgününü kutladığı mekanı bulduktan sonra direkt içeri girelim dedik. Kapıdaki görevli bizi "10 lira" diyerek karşıladı. "abecim içerde arkadaşın doğumgünü varmış sadece kutlayıp çıkcaz" dedik. "haa tamam tamam" dedi girdik içeri. Çıkmadık.
Mekanın en ortasındaki en büyük masayı kapatmıştı Hasanın arkadaşı. Kendi açısından sağ tarafında bir kız, onun da sağ tarafında bir kız. Hemen karşılarında ise iki kız iki erkek şeklinde oturuyorlardı. Anlayacağınız bir kız bu masaya fazlaydı. Yani kısaca o da benim gibi saptı. Yüzüme gülücükler saçıldı o an.
Arkadaş kuzenim olan Hasanı görünce ayaklandı "vayt kardeşim de gelmiş" dedi. Ben ise içimden "Ya bırak bu ayakları kardeşim, sen çağırmadın mı lan bizi" dedim. O sıra Hasan "bu da Enis" dedi. Gülümseyerek "Merhaba" diyip Hasandan ödünç aldığım planet hollywood baskılı sahte deri mont'u çıkardım ve hemen masanın en uç köşesinde boş sandalyeye yerleştim.
Anında garson geldi, ben bir bira istedim. Bizi arabasıyla alan Kerem önce Vodka fiyatını sordu, sonra kaşlarını yükseltip dudaklarını öpücük atacakmış gibi büzüştürüp "bende bira alayım" dedi. Anladım ki vodka pahalı. Anladım ki gece tek birayla geçecek. Sağlık olsun dedim ve çalan müziklere arada bir el çırparak (alkışlamak), bazen bildiğim nakaratlara eşlik ederek eğlendim. Evet türkçe çalıyordu, çünkü canlı müzik şekli vardı mekanda. Keltoş biri şarkı söyleyip bizi eğlendiriyorken "şimdi erkekler" dedi bir şarkının ta orta yerinde. bende el şaplatmaktan öyle gaza gelmiştim ki en çok benim sesim çıktı. Adam o an sahneden atlayıp bana geldi ve arkadan sarıldı. Ben napacağımı iyice şaşırmış vaziyette karşımda oturan Kerem'e bakıp "noluyo yaaa noluyo yaaa" derken adam terli terli bana sarılmış şekilde hala nakaratı tekrarlıyordu.
En sonunda bırakıp gitti ve bende gayet normalmiş gibi "ehehe" yaptım ama masada fazladan oturan kızı kaçırdığımı da o an anladım.
Bende Hasan'da biralarımızı içmiş bitirmiş, ortalama 8 dakika da bir "var mı başka ihtiyacınız" diye gelen garsonu "biraz sonra söylicez" diyip erteleyedururken Kerem birasını hala yarılamamıştı bile. Taktiksel bir tercih miydi yoksa Bira sevmediğinden miydi hala çözemediğim halde taktir ettim kendisini, çünkü garson ona hiç yaklaşmadı bütün akşam boyunca.
Hasan doğumgünü çocuğunun yanında oturduğundan onu kafalamış olsa gerek, durmadan içkisinden bir yudum alıyordu. Hasanı dürttüm "bende bi tadına bakayım lan" dedim. "Al al" dedi. İçtikten sonra "hmm vodka da vişneliymiş" dedim. Sanki vodkanın renginden belli olmuyordu, ama o an anladım ki "it's sinyal time". Bir ara doğumgünü çocuğu yerinden kalktı, biz hasanla ortaklaşa içip bitirdik vodkasını. Çocuk elinde başka bir içecekle geldi, onun da tadına bakayım dedim. Onu da içtik. Sonra mekandan ayrıldık.
Hasan "arkadaşlar sahildeymiş, yanlarına uğrayalım mı" dedi. "Olur 25 lira var, 1 haftadır cebimde gezdiriyorum onla bari içecek bir şeyler alalım" dedim. En ucuz içkiyi, yani Bira alıp sahile indik. Gider gitmez oradaki bir eleman "viski koyim?" dedi "olur" dedim. Biraz viski biraz bira derken kafam güzelleşmeye başladı.
Şimdi sahil ortamını falan bilenler çok iyi bilirler ki, belli bir saatten sonra oralar boşalır, toplam 2-3 arkadaş grubu kalır, onlar da birbiriyle kafaları güzel olduğundan kaynaşır.
Şimdi efendim, hiç birimizin tanımadığı büyük ihtimal "yeter bu kadar içki artık eve gideyim" derken bizi gören bir eleman geldi yanımıza, bir şeyler konuşuyor. Ben önümü göremediğim halde konuşuyorda konuşuyor. Sonra nasıl geldiyse konu Reyting olaylarına geldi. "bak" dedi eleman "sen şimdi sadece izlendikçe ve takip edildikçe para kazansan sende yemez misin o bokları" dedi "heea" dedim. "gördün mü dedi, demek seni de durmadan izleyebilseler sende onların yaptığını yaparsın" dedi "benim blogum var lan" dedim "sana diyorum birader nokta blogsot nokta kom" dedim. evet kafam iyi olduğundan dilim dönmedi ve "blogsot" dedim. O ise "bana diyosun birader hahaha" diyip şaka yaptı aklınca.
Ben ise "oyyy kuscam galba" dedim, ve eve dönene kadar üç kere kustum ve bir tabak çorba içtim.

21 Nisan 2009 Salı

Çarkıfelek

"12 harf 2 kelimeden oluşan bir şarkıcı adı arıyoruz" - "evet çevirebilirsiniz....... 100 puanlık bir harf alalım sizden" - "Van'ın V'si" - "V" *dilidili* "evvettt 1 tane varmış" diyordu Tarık Tarcan Çarkıfeleği sunarken. Ben ise yüzükoyun sehpanın altına yatmış, dirseğimi halıya gömüp elimle çenemi destekliyordum. Bir kaç dakika sonra bileğim iyice uyuşuyordu, sonra yavaş yavaş bileğimi içe doğru büküp, yatış pozisyonumu değiştirmeden elimin tersine yaslıyordum çenemi. Ekran'a bakıp okumayı söktüğümü ıspatlamak için "anne bak bir şarkıcı adı yazıyo orda bak anne dimi doğru dimi anne doğru dimi" diye şımarıyodum. Annem de ufacık bi "hı hı" ile yetiniyodu. İşte o gün okumaktan tiksindim.
Tarık Tarcan yarışmaya devam ediyordu tabi "Bakalım G var mıymış?" *zoort* "malesef yokmuş"...
O günler böyle halk'tan insanlar katılmıyordu yarışmaya, Mehmet Ali tehlikesi de yoktu Çarkıfeleğin başında. Ünlü tanınmış insanlar katılıyordu.
Yarışmacılar harfleri açtıkça açıyor, ben ise belim yavaş yavaş ağrımaya başladığından durmadan halıda sürünüyordum. Bir sırt üstü yatıp televizyona ters bakıyordum. bi yan yatıp kafamı yere yasladıktan sonra halıya salyam akana kadar öyle yatıyordum.
Kardeşim de o günler ufaktı, konuşmasını yeni yeni sökmüştü. Gelip durmadan beni rahatsız ediyordu, ben ama o müthiş bilgi ve bilmece programı çarkıfeleği izlemek istiyordum. Tam ayağı kalkıp Selin'i (kardeşim) kovalamak isterken "evet bir tahmin alıyoruz" diye bir ses geldi televizyondan. Selin hiç anlamasa bile benle beraber durup sonucu merakla beklemeye başlamıştı. Tarık Tarcan yarışmacının yanına gitti. Sordu "cevap ne?". Heyecan doruktaydı. Selin de ben de ağzımız açık sonucu bekliyorduk. O an yarışmacı "Levent Yüksel" dedi ve bütün kutucuklar yandı ve hakikatten de Levent Yüksel doğru cevaptı. 12 harf 2 kelimeden oluşan bir şarkıcı adı Levent Yüksel idi.
Selin de ben de o an ki şokla önce kanepe de yatıp uyuyan babama, sonra koltukta oturmuş kahvesini içen anneme baktık. "Anne" dedim "senle babam yarışmada çıktınız bak Levent ve Yüksel yazıyo orda, yani babam ve sen di mi" dedim. "Yok oğlum orda bi şarkıcıyı kast ediyolar adamın adı Levent Yüksel" dedi. Benim için hiç bir önemi yoktu, hatta yeni yeni konuşmayı söken kardeşim bile "anne sen ve babam anne sen ve babam" diye sayıkladı bütün akşam. O gün hem annemle babamı kıskandım, hemde çok gururlandım. Benim için şarkıcı Levent Yüksel değildi orada yazan isim. Benim için annem ve babamı anlatmıştı çarkıfelek.
O gece Selin'e döndüm ve dedim ki "artık her gece bu yarışmayı izlicez, ve elbet bir gün 'Enis Selin' de çıkacak" Selin ise "aaaaaaaaaa" diye bağırdı sadece.

17 Nisan 2009 Cuma

Gece aç

"ulan işsiz güçsüz dolandığım için sabahları erken kalkmak için bir sebep olmuyor. Aslında kendi kendime disiplinli olsam her sabah erken kalkıp bi koşsam, sonra gelip duşumu alıp sağlıklı bir şekilde kahvaltımı yapsam, hem düzen olmuş olur hem sağlık açısından iyi, hemde yarasa gibi gecenin bi vaktine kadar oturmam böyle hem bak yine acıktım, şimdi mutfağa git yemek hazırla gel ye çok iş, hem yemek hazırlarken ev ahalisini de uyandırırım, en iyisi mi yatmayı deniyim ben en azından uyurken açlığımı hissetmem" diyorum çoğu gece kendi kendime. Bazen hatta gaza gelip "yarın erken uyancam, günü değerlendircem, koşmasam bile (bakın daha aradan 1 fikirlik saniye geçmeden koşma olayında geri adım atıyorum) gider dolaşırım, sahile iner simit alır çay alır, simitin yarısını yine sokak köpekleri kovaladığı için onlara atarım, diğer yarısını da yemeye çalışırken martılara bakar "bakalım havada kapacak ehehe" diyip onlara atarım, çayımı içer, hava olsun diye en ucuz gazeteden alırım bi tane, deniz kokusunu alır sonra eve çıkarım" düşüncesiyle telefonumun saatini 08:30'a kuruyorum. Bazılarınız için erken olmayabilir ama en son ne zaman o saatte uyandığımı bile hatırlamıyorum şahsen o yüzden benim için erken. Neyse efendim saati kuruyorum, müthiş bir heyecanla yatıyorum, saate bakıyorum son kez 03:55.... "dur ben şunu dokuz buçuk yapayım hem dokuz buçukta erken"
Yatakta düşünmeceler "ulan saat dört, şindi beşbuçuk saat uyku, iyi lan iyi. nerden baksan üç maç oynanmış kadar bişey olur. baya iyimiş beşbuçuk saat"
saat 09:30 olur, telefonun saati çalar (melodim de "hayaaaat beni neden yoruyosuuuun" ayıptır söylemesi) çalmasıyla kapatmam bir olur zaten. Ondan sonra üstüne 3 maçlık uyku daha çekip 11-12 gibi uyanıyorum. Kendime gelmem kahvaltı etmem nerden baksan bir buçuk iki. sonra tabii "ne sahili mına koim"....
Bugün eve gelirken aklıma yine gece saatlerinde yaşayacağım şey geldi. Evin az ötesindeki çiğ köfteciye uğrayıp aç gözlülük ettim ve 2 çiğköfte dürümü aldım. 6 Lira. (toplam) sonra tam eve gidecekken gazoz alayım dedim. Fiyatını unuttum. Hemen yan reyonda sodaları görünce onlardan da kaptım 6lık bi tane. onun da fiyatı aklımda değil. sonra eve çıktım. Gece sofrası için herşey hazırdı. Hemen oturdum anneannemin hazırladığı yemekleri yedim ve gece olsun diye beklemeye koyuldum.
Saatler geçti. Şu an aç olmam lazım, en azından önceki gecelerden edindiğim deneyim bu yönde. Ama hiç mi hiç aç değilim biraderler. hatta uykum bile var. Peki ya dürümler n'olacak? oturayım 1 saat daha elbet acıkırım.

İyi geceler

27 Şubat 2009 Cuma

"Fıtık olmak istiyorsan Galatasaray'ı tutacaksın"

"Alo merhaba iyi günler ben Marco Winkler, Vodafone Servicecenter'dan arıyorum, size sabit hattınızla ilgili bir kaç bilgi geçeceğim çok kısa. Bir kaç gün içinde Vodafone'dan size reklam kağıtları gelecek, sabit hattınız için ayda sadece 9.95 euro'ya...(ve bunu alman yogilere almanca)" derken "Neeee Neeeee Ich will nix von eeech, neeee lasst misch endlisch in rühee, neeee" dedi (yani "hayır hayır sizden bişey istemiyorum hayır rahat bırakın beni hayır") ve suratıma telefonu kapattı. "Yeter lan" dedim içimden. Tamam Telemarketing, tamam suratıma telefon kapanabilir, tamam bi kere küfür yediğim için küfür etmişliğim ve peşinden işten çıkmışlığım olabilir, ama bu sefer dayanmalıyım para kazanmalıyım dedim. Telefonu kapattıktan sonra "Figlio di puttana" diyerek kaç farklı dilde küfür edebildiğimi gösterdim ofisteki arkadaşlara. Beni övmelerini bekledim, ama herkes konuşuyordu. Peşinden başka numara çevirip "Alo merhaba ben Marco Winkler (şindi bu ismi niye kullanıyosun diyenler olacaktır, çünküm almanyayı arıyoruz anlaşıldığı üzere, enis menis desem penis diyecekler analarını sikcem, o yüzden marco diyorum)" derken "jetzt reichts aber geeee(yeter artık)" dedi bende suratına kapattım telefonu kalktım patrona gittim "abi ya ben yapamicam bu işi, 7de çıkıp maça gidecektim ya, zaten götü götüne belki yetişirdim, ben istifa ediyorum, şimdi gideyim saat 5 zaten, hadi görüşürüz" dedim ve çıktım. Kadıköy'den Mecidiyeköy'e gidene kadar Uykusuz'u okurum dedim, ama sinirli bir şekilde çıktığımda ofis'te unutmuşum. Yeni aldığım wolkmenli telefonun radyosunla idare etmek zorundaydım. FG'yi dinleyeyim bari, günlerdir şarkı arayan Kerem'e de katkım bulunur derken kendisini arayayım da evden çıkmasını söyleyeyim dedim. Bindim 500'e baktım en arka 5li de kapı tarafındaki koltuk boş, ayakta durmaktansa orda oturayım bari diyerek attım kendimi oraya. Ayaklarım götüme girdi tüm yolculuk boyunca, sırf koltuk yapıp ayak payı bırakmayı hesaplamayan otobüs producer'larına selam olsun. En sonunda Zincirlikuyu'ya vardık, sevindim, 1 durak kaldı diye ayak parmaklarımı ayakkabımın içinde oynatarak sevinç gösterileri yaptım. Fakat Zincirlikuyu'dan Mecidiyeköy'e 15 dakika da yine anca vardım.
İndim otobüsten önce Burger King'e gittim, çok fena çişim gelmişti. İkinci kata çıkarken kuyruğu gördüm ve aynı şekilde geri dönüp çıktım burger'dan. Kerem'in daha yarım saatlik yolu olduğunu öğrendiğimde ne yapsam diye düşündüm. "Hasan yok, İsmail bi işler peşinde, Caner takılıyo biyerlerde, Evren yok, bari İmperial'e bi bakayım belki Cengiz abi falan ordadır selam veririm" dedim İmperial'e doğru giderken bizim Avusturya'dan gelen 2-3 arkadaşı buldum selamlaştım, sonra aklıma Bira geldi. Antalyaya giderken içmedim kaybettik, Kocaeli maçında içmedim kaybettik. Ulan bu maç içiyorum lan kim ne derse desin dedim ve koşarak bakkaldan bi bira aldım. Tam birayı alırken mesaj geldi Keremden "10 dakkaya numaralı önünde ol" diye. Peki dedim biramı içe içe numaralının önüne gittim.
Baktım kimse ortalıkta yok, bari sevdiceğime telefon açayım'da maç günü bile onu düşündüğümü göstereyim, beni daha çok sevsin istedim. Konuştuk Konuştuk Konuştuk, 5 dakika sonra soğuktan sağ elim uyuşmaya başladı, sümüklerim iyice akmaya başladı. Telefonu kapatıp kerem'e mesaj çektim "nerdesin lan" diye. "5 dakka" dedi. 5 dakika sonra mesaj çektim "hadi lan" diye "son durak kaldı heleşükür" dedi. 5 dakika sonra Kerem'i elleri ceplerinden çıkmadan kalabalığı yara yara bana doğru ulaşmaya çalıştığını gördüm, o da beni görünce sağ elini sadece kapüşonunu geriye atmak için çıkardı, son adamlara da vücut çalımı atarak gelebildi. Her maç çakmağımı farklı yere saklayarak kendimce polislere oyun oynadığımı düşündüğüm için bu sefer beremin içine sokarak atlattım polisleri. Stad içinde beremin içinden çakmağımı çok büyük bir gururla beremin içinden çıkarıp kerem'e gösterdim ama o hiç tınlamadan "hadi lan hadi işeyeceksen işe, yukarı çıkınca aşağıya inme bidaha" diyerek beni çişimi yapmaya teşvik etti. Tee burger king'den beri çişimi tuttuğumu düşününce de daha büyük bir zevk aldım işerken. son damlalarda yine titredim ve yukarı çıktık.
Yukarda dayım yerini almış bizi bekliyordu. Beyaz mont içinde uzaktan eskimolara benzetsem de o espriyi yapmak içimden gelmedi.
Sonra Vae Gökhan geldi, sonra Dolap Yiğit.
Maç başlarken Arif abiye rastladım, yanına gittim, bana kuruyemiş verdi, ben kuruyemişler yere dökülmesin diye 3lü bile çekmekten kaçınırken "aaa gol oldu lan" dedi birisi baktım adamlar seviniyor. "Anasının amığğğ" diye bağırdım, çıktım yine bizimkilerin yanına. Kuruyemişi onlara verdim, bende durunca uğursuzluk getiriyor dedim.
Dakikalar ilerliyor, önümdeki bi eleman tezahüratı kesip "yaa bunlar şindi ikinci golü atarsa üç atmamız gerekcek dimi yaaa" dedi kendi kendine bende içimden "bunlara sikkkksen üç atamayız aga" dedim.
40. dakika gibi Yağız "ilk yarı gol atsak çok iyi olcak yaa" dedi. bunun üstüne Arda attı bitane. onu çok net gördüm böyle çizgide duran zencinin bacak arasından geçti, yıkıldık.
sonra maç başladı, ben kapalıya bakarken "ooOOO" diye ses geldi kafamı sahaya çevirdim kalecinin uçtuğunu gördüm, topun yan ağlara takıldığını sandım, bi baktım gol. "ANASINI SİKİİİYYYM GOOEEAALLLL" diye bağırmaya başladım, biz arkadaşlarla 5li yumak oluşturduk önce, sonra arif abiyi gördüm atladım 3 sıra öne, arkamdan kerem atladı düşüyoduk. sonra yerimize çıktık yine.
Anlayacağınız 3 golün 2sini göremedim.
İkinci yarı başladı, bi pozisyon öyle bi pozisyon şöyle derken maç 3-1 den 3-3'e geldi herkesin bildiği gibi, 70. dakika da makara kukara yapan bizler 76. dakika itibariyle ağlamak istedik, ama soğuk hava gözyaşlarımızı dondurur, sonra o yanağımıza yapışır, çıkmaz, hayatımız boyunca gözü yaşlı şekilde ortalıkta dolaşırız korkusuyla ağlamadık. İçimde hep bi umut vardı. Dakika oldu 87, "hadi yaaa bi gol yaaaa" derken 89:34 gibi gol attık, top sabri'ye doğru geldiğinde kimse "vur" diye bağıramamıştı, sabri vurdu gol oldu kimse "gol" diye bağıramadı, top ağlara girdikten 1-2 saniye sonra gol sesi yükseldi. Ondan sonra yine saate baktım 89:35. "Anasının amı şimdi de zaman geçmek bilmez iyi mi?" dedim kendi kendime.
Neyse ki çok şükür son 1 yılda Türk futbolu olarak yaşanılan efsanevi maçların çoğuna tanıklık ettim. Eve dönerken Babam telefonda "Fıtık, Kanser, Psikopat, Ruh hastası olmak istiyorsan Galatasaray'ı tutacaksın oğlum. 20:30 ile 22:30 arası taraftarda 5 kere ruh halim değişti lan" dedi. "Haklısın babacığım" diyip hayatımın en mutlu gecelerinden birini böyle noktaladım.

Yayında ve yapımda emeği geçen bütün herkeslere çokça teşekkürlerimi sunuyorum.

Bir de şunu söylemeden edemeyeceğim, maçtan 1 sonraki gün sabrinin maçtan sonraki formaya-secde-3lü şovu bütün internet platformlarına yayıldı. İlker yasin inatla konuşmaya devam etmek istese de spiker onu susturdu, ondan sonra "zamanı değil ama reklam arası vermek zorundayız" diyip fındık reklamına bağladı. E be orospuçocukları, e be anaları sikişmişler. neyse devamını söylemek istemiyorum yaaa siz getirin, zaten 2 günde anca yazdım bu yazıyı, boktan bi yazı oldu, ama blogu çok boşladığım için panik geçiriyorum. böyle işte.

Tarzan Yiğit'i sansürleme gereği duymadım, herkes tanısın bilsin istiyorum.

3 Şubat 2009 Salı

Mucuk

"İstikamet mecidiyeköyyyy" diye içimden bağırıp merdivenleren aşağıya indim. Evden çıkmadan anneannem "bak şu binalar arasından yol varsa ordan yürü direkt biyere çıkıyosun" dedi. O biyere dediği yer şu an aklımda olmadığı için biyere yazdım. Evden çıktım sonra anneannemin bahsettiği yere geldim. Önce önüme baktım, sonra diğer yola. Bildiğim yoldan gidersem köpeklerin saldırısına tekrar maruz kalabilirim diye diğer yolu seçeyim dedim ve yokuş yukarı yürümeye başladım. Yol önce azıcık yokuşla başladı, sonra dikleşti, sonra biraz daha dikleşti, sonra tırmanmaya başladım, ve en sonunda şappadanak Ali Sami Yen sokağın ortasına düştüm "vaaaay" dedim. Aradan kestirme bildiğimden işe kan ter içinde ama onun yerine tam 5 dakika da gittim. Binadan içeri girerken "hmm işe gelirken diğer yoldan gelirim, hem köpekler gündüzleri saldırmaz hemde daha az yokuş var, eve dönerken de diğer yoldan giderim, hem yokuş aşağıya hemde daha kısa, hemde köpek görmedim" diye stratejiler geliştirdim.
Tabi yolun aşırı kısa sürmesi nedeniyle 11:43 gibi işyerine vardım ve "oleyyy erken gelenlerdenim patrona görüneyim de ne kadar ciddiye aldığımı anlasın" diye planlar yaptım ama patron yoktu. Girdim mola paydos sigara çay kahve odasına ve su içtim, baktım dün azıcık samimiyeti kurduğum bir kaç eleman orda oturuyor, hemen yanlarına geçip "merebea" dedim karşılığını da aldım. Elemanların beni sevmeye başladığını hatta benim için kurdukları çemberi biraz genişletip aralarına almak istediklerini gördüm, hiç durmadan o bi kişilik boş yere girdim. Muhabbetin ortasına girdiğimden bir şey anlamadım, insanlardan kurulan yuvarlağa bakıp futbol takımlarının maçtan önce birbirlerini motive etmek için yaptıkları şeyi düşündüm ve "şimdi sağ ve sol tarafımdakilerin omuzlarına elimi atıp 'hadi arkadaşlar bugün sağlam oynuyoruz, birbirimize yardımcı oluyoruz, biri topu kaybederse diğerimiz yardıma koşuyoruz' desem mi lan acaba ama yok ya kimse futboldan anlamıyodur burda şimdi anlamazlar yapacağım espriyi kesin ilk günden çalışanların götoşu ben olurum" dedim ve vazgeçtim bu düşüncemden. O sırada odaya giren arkadaş "hadi eğtim başlıyo" dedi ve herkes sigaraları söndürüp eğtim odasına girdi.
Bir önceki günün ilk gün olması nedeniyle biraz pasif kalmayı tercih etmiştim fakat ikinci gün gül gibi açılmam, nakarat kısmına giren sanatçılar gibi coşmam lazımdı. Bende o yüzden ufak tefek esprilerle en arka sıradan kendimi biraz belli ettim.
Derken bi sigara molası verelim dedi patron ve sigara odasına girdik tekrardan. Bu sefer çember oluşturmamıştı kimse, işyerinde ki gruplaşma artıyordu ve bende bu yüzden hemen 3-5 arkadaş bulmalıydım. Yanımda duran elemanın dövmesini gördükten sonra dövme muhabbeti açayım kesin 3-5 dövmesi olan vardır mantığıyla hareket ettim ve başarılı oldum, herkes soyunmaya başlamış, herkes götündeki bacağındaki dövmeyi göstermeye başlamıştı. Herkes derken toplam ben dahil 4 kişi dövmeliydi. Ve ben grubumu bulmuştumdu. "The Dövmelilers" diye adlandırdım kendi kendime grubumuzu, gerçi grubumuzda bulunan bir elemanı dışlayasım var şu sıralar ama şimdilik sakinliğimi koruyorum.
Sigara molası bitmeden bi çişe gideyim dedim o sırada, tam sigara odasından çıkarken karşıda ilk gün tanıştığım 3-4 arkadaşı gördüm kafa kafaya vermiş bişeyler konuşuyorlardı. İlk bölümde yaptığım esprilerle ve molada dövme konusunu açarak bir anda herşey benden sorulur, ben abilik taslarım burda havasına girdim ve o arkadaşların ortasına girip karşıma ilk müsait posisyonda çıkan arkadaşın pipisine elimi uzatıp "mucuk" yapayım dedim. Karşıma çıkan kişi ise patron'du, tabi gözlerim fermuarda "ulan eli fazla kaydırıp zike dokunma sakın" kontrolünü yaşarken kafayı kaldırdım ve patronu karşımda gördüm, tabi elim zike gitmişti, mecbur kaldım "mucuk" dedim kısık ve titrek bir sesle. Bir anda arka fondan "dıt dıt dıt dıııınnnn dıt dıt dıt dınnnnn" diye korku film müziği duydum, herşey ağır çekime bağlamış, panikten ağır çekimde kahve fincanını bile yere düşürenler vardı, o 2 saniyelik an içinde heyecandan arkadaş 4 sigara yakmış ve hepsini söndürmüştü. Fakat patronun gülüp jöleli kafamı okşamasıyla ardından "bu ne kirpi gibi eekiekhekeihie" demesiyle bu işi kaptığımın kanısına vardım. Önümüzdeki pazartesi netlik kazanacak bu durum, fakat patronla yaşadığımız bu olay bence saygıdeğer patronumunda espri anlayışı sayesinde çok iyiye bağlandı.
Yoksa yüzüme gülüp pazartesi kıçıma tekmeyi mi vuracak lan?

26 Ocak 2009 Pazartesi

Zanlı

Tuncay Güney'in 2001 yılında sorgulamasından kalan kayıtlar Televizyon kanallarına dağıtıldığı an telefonum çaldı ve ben duştan çıkıp cıbıldak bir şekilde halıyı ıslata ıslata telefonu açmaya koştum ama yetişemedim. Serçe parmağımla sol kulağımı kaşıma niyetiyle çalkalarken Tuncay Güney'i gördüm ve kurulanıp izlemeye başladım. Belki bu sefer Ergenekon Soruşturmasıyla ilgili olan olayları anlarım dedim ve oturdum koltuğa. Yine bir şey anlamadığımı fark etmem ise pek uzun sürmedi. Odama gittim ve hazırlandım. 15:15 vapuruna yetişmem lazımdı, Dikilitaş'tan sallana sallana aşağıya yürümeye başladım. Beşiktaş'a indikten sonra üst geçit yerine herkes gibi arabalara kırmızı yandıktan sonra hızlı hızlı yürüyerek karşıya geçmeye çalıştım, tabi o noktada karşıya geçenler beni daha iyi anlayacaktır, normal şekilde yürümek aynı istiklal caddesi veya Beşiktaş çarşısında olduğu gibi imkansızdır, slalom çizmek lazım ama bir yandan da karşıdan U-dönüşü yapıp taksim-mecidiyeköy istikametine sapan arabalar ve otobüslere de dikkat etmek lazım, yani anlayacağınız öyle göründüğü kadar kolay olmayan bir hadise.
Karşıya başarılı bir şekilde geçtikten sonra iskeleye doğru aynı hızlı tempoyla yürümeye başladım. Vapurlar'ın kalkmadığı saatlerde bile cıvıl cıvıl olan iskele'de sadece 3-5 eleman dolanıyordu. Oysaki vapuru imkansız kaçırmış olamazdım çünkü saat daha 15:13dü. Hemen denize bakarak bi göz gezdirdim vapur yeni mi yol aldı diye ama yok. O an azıcık yukarda astıkları pankart gözüme çarptı "10 Ocak 2009 itibariyle Kadıköy seferini yapacak olan vapurlarımız tarihi Beşiktaş iskelesinden kalkacaktır" yazısı yazıyordu. Kafamı sola çevirdim ve vapur orda hala yolcu almaktaydı. 5 saniye boyunca koşsam mı koşmasam mı diye düşündüm, sonra şansımı denemeye, turnikeden geçtikten sonra kapıların suratıma kapanmaması için dua edip olabildiğince hızlı koşmaya başladım. İşim git gide zorlaşıyordu, vapuru kaçırmamak için akbili hazır tutmalıydım ve bunu yapabilmek için ise deve kuşları gibi koşarken elimi daracık cebime atıp anahtarlığıma bağlı olan akbili çıkarmaya çalıştım. Tabi ki iki işi aynı anda yapmak zor olduğundan hız kaybetmeye başladığımı fark ettim, aynı anda nefesim de git gide tükeniyordu ve aşırı şekilde terlemeye başlamıştım. Önüme çeşitli engeller çıkıyordu kolkola girmiş 3 erkek mi ararsın, kol kola girmiş 3-5 kız mı ararsın, kol kola girmiş bebek arabaları bile vardı (ikizler için özel) ama ben o engelleri vücudumun kıvraklığıyla atlatıyor aynı anda sol elimle hala akbili çıkarmaya çalışıyordum. Akbili çıkaramayacağımı anladıktan sonra elimi cebimden çıkarıp hız arttırmaya çalıştım. Bu kadar uzun uzun anlattığıma bakmayın, bilmeyenlere söyleyeyim iki iskele arasındaki mesafe 100 metre'den fazla değildir.
İskeleye yaklaşmıştım ki kapılar kapandı ve vapur uzaklaşmaya başladı. peşinden sadece baktım. Haybeye koştuğuma mı üzüleyim, yoksa yarım saat bekleyeceğime mi ağlayayım bilemedim, sadece giden vapuru ve vapurun etrafında kahkaha atan martıları izledim.
Otobüse mi binsem, üsküdara gidip ordan otobüse mi binsem diye düşündüm durdum. ikisini de yapmadım, bekledim... bekledim... daha çok bekleyecektim.

devamı pek yakında......... sizde bekleyin azcık

21 Ocak 2009 Çarşamba

Ahududu

Mp3 müzik çalar makinamı Avusturya'da unuttuğumdan İstanbul'da ki yolculuklarım durmadan içimdeki ben'le muhabbet etmekle geçiyor. Bugünde konuşuyordum kendisiyle "yau" dedim "bu obama dün şeklini koydu koymasına da, ya şimdi bu buş'dan da beter çıkarsa, bunu destekleyen milyonlarca hatta zilyonlarca insan utanmicak mı?" "yok" dedi "hepsi 'ben zamanında söylemiştim, kim gelirse gelsin bu abedenin yediği boklar değişmeyecek, sadece adamlar şov için yapıyor' diyecekler" dedi "peki güzel kardeşim, haberlerde izliyoruz karı tee güney afrikadan gelmiş obama için, yazık günah bee" derken aklım çarliğz teron (Charlize Theron) a gitti. "Bu hatun da güney afrikalıydı ama sarışın, bu nasıl oluyor dostum" dedim "Bak şindi, mesela italyaya gidince hep esmer görüyosun böyle yukarı çıkınca isveç felan hep sarışın oluyo ya, şimdi o da güney kutbuna yakın olduğundan zimbabwe hep zenci ama güney afrika sarışın. yani güney afrika isveç gibi ülke aslında" dedi "mantıklı" dedim. "Zaten ingiliz sömürgesi fransız sömürgesi denilince hiç daha fazla kulak asmıyorum, hep aynı nedenlerle gelmeyin karşıma kardeşim" diyorum. İçimdeki ben ise "hee mesela vietnam da fransa sömürgesiydi, orda hiç yuvarlak burunlu, yuvarlak gözlü, totoş insan yaşıyor mu?" dedi "bilmem yaşıyor mu?" dedim "hayır" dedi "eee bundan bana ne?" derken yanımdan geçen bir adam banka'nın önünde duran güvenlikçiye "şşş silaaağnı versene silaaaağnı" dedi "naapçan" diye karşılık verdi güvenlikçi "sığacam sığacam" dedi adam "yahyahayah" diye güldü güvenlikçi. Adama baktım adam kimsesiz ayyaş biri önce acıdım. sonra kaçtım. Güvenlikçi belki silahını verir buna bu da kendi kafasına sıkacağına rastgele havaya sıkar kurşun bana gelir diye korktum kaçtım. Babaannem'e sığındım. Sağ tarafımda Banu Güven Ntv haberleri sunuyor. Dvd Player'da nedendir bilinmez 1 saat 7 dakikadır çalışıyor. Acaba hangi film.

23 Kasım 2008 Pazar

Gizemli iç dünyamın pekte gizemli olmayan sırları

Yok kapı çalmış. Yok yabancı biriymiş. Yok oğlum sen git konuşmuş. Yok sen daha iyi anlarsınmış. Bunların hiç bir önemi yoktu benim gözümde, ama Annem zorla'da olsa uykumu bölüp kapıdaki adamla konuşmamı istemişti. Saat öğleden sonra 1-2 civarı olabilir dedim kendi kendime, ama bu yine de uyanmak için bir neden değildi. "ııııahh giat sen konuuuuş hıııııııııhhhhhhhh" dedim anneme "Kalk lan hadi" dedi. O an aklıma lise de vücut dilinin çok önemli bir şey olduğunu, hatta ağzımızdan çıkan her sözden daha önemli olduğunu, çünkü yalan söylesen bile vücut dilinin mutlaka seni ele vereceğini öğrenmiştik. Belki tam olarak bunu öğrenmedik ama buna benzer bir şey öğrendiğimizi hatırlar gibiydim. Aslında bu konu lise çağımda okulda işlenen bir dersin konusu olmadığını, televizyon karşısında uyuklarken izlediğim bir belgeselden aklımda kalan bir şey olduğu sonradan hatırlamıştım. "yorganı bi anda ayaklarımla teperek yere fırlatayım 'hmpfff' diye nefes verip aynı anda kaşlarımı çatarak sinirli olduğumu gösterip kalkayım yatağımdan ki vücut dilim de sözlerim gibi sinirimi vurgulasın" diye düşündüm ve hiç zaman geçirmeden uygulamaya geçtim. Ayaklarla yorganı tekmeleme olayını gayet başarıyla tamamladım sıra nefes verip ayağa kalkmaya gelmişti. Tam o esnada önceden paso gerilip durduğumdan çüküm'de iyice gerilmişti, sabah gerginliği yaşıyordu.
Acil bir başka plan üretmeliydim. Annemin yanında boxerdan dışarı uzayan dalgayla ayağa kalkmak imkansız ötesiydi. Bir ara "ulan siktir et direkt bu halinle çık adamın karşısına, ne bok istiyomuş sor böyle" dedim ama o planı iyi bulmadığımdan kafamdan yok ettim. Anneye gözükmeden kapıya kadar gitmekte imkansızdı. Çareyi "tamam tamam kalkıyorum, sen git üstümü giyinip gelcem" demekle buldum. Annem onca yorgan-tekme ve sinir gösterisi sonunda hala yüzükoyun yatmama anlam verememiş bir yüz ifadesiyle odamdan çıktı ve salona geçti. O sırada ayağa kalktım ve "hmpffffff" diye nefes verip çatık kaşla sinirimi yansıtamadığım için hayatımda ilk defa pipime kızdım.
Kapıya gittim adama derdini sordum, yok neymiş efendim, bu sabah saat 8de birileri matkap motoruyla durmadan çalışma yapmışta, bunun kim olduğunu araştırıyormuşta, çünkü şikayetçiymişte, çünkü daha uyuyormuşta, ev sahibine mektup yazacakmışta, sıkıntısını dile getirecekmişte, falanmışta filanmışta işte.
tekrar iç dünyama dönüp "ulan eşşoğlueşşeğin evladı, seni o matkap rahatsız etmiş uyanmışın, peki bana niye matkap oluyorsun, hemde olayın üstünden 5 saat geçti bre göt" dedim. Adama ise "baba yaa yangın olmuştu ya, onun tadilat çalışmaları işte" dedim. Adam anlayışla karşıladı "aa evet öyleyse haklılar, bak bu hiç aklıma gelmemişti" dedi. Ben ise adamı kast ederek "aklını sikeyim" dedim içimdeki en sadık dostuma. O da anlayışla karşıladı beni.

4 Kasım 2008 Salı

Radyo bombastik

“Bu dünya da herşey yalan ulan! Yalan!” yazıyordu Messenger iletisinde Keremin. Sordum “noldu lan okuldan mı atıldın ehehe” dedim ama cevap gelmedi. Bir süre sonra acaba birisini mi kaybetti dedim kendi kendime, ama sormaya utandım. Sonra aniden bana “Oğlum bunu radyo’dan kestim, cep telefonuna aktardım, mesaj melodim bu artık benim” diyerek bir radyo jeneriği gönderdi. O an fikirlerin fikri doğdu bende. Yıllar önce kız arkadaşım bir radyo da çalışmaya başlayacaktı, fakat bunu kandırdılar mı ne yaptılar tam bilmiyorum, zaten önemli olan kısım o değil, önemli olan şu ki kız arkadaşım o gün bana “30 bin dolar bir radyo kurmak için yeterli” demişti. Yıllar sonra bu cümle aklıma geldi ve hemen Kerem’e dedim “la ben gelcem ya oraya, eğer işler tıkırında olmassa 30 bin dolar buluruz bir yerden, radyo kurarız, sen gece gündüz dj lik yaparsın” dedim “he yarraam he, 30 bin dolarla bitiyo mu sanıyosun? Bunun aleti edebatı var” dedi, o an hevesim kursağımda kalsa da çaktırmak istemedim ve “oğlum powertürk paso yeniliyodur kendi aletlerini, onların çöpe attıklarını alırız ucuza, hem en başta süpersonik son model mikrofonlara falan ihtiyacımız yok” dedim. Sustu. Sanırsam fikrimi beğenmişti, fakat bazı pürüzleri gidermek istiyordu. Ne gibi pürüzler bende bilmiyordum, bence kendisi de bilmiyordu ama bir anda kendini radyo sahibi gibi hissetmek bile adamı havaya sokmuştu. Gerçi bunu belli etmemeye çalışıyor, bana durmadan laf sokuyordu “radyo kurup napcan amna koyim” diyordu ama diğer yandan ise “en başlarda ucuza her türlü reklam alırım, tesisatçı, tuvaletçi falan filan” diye fikirler üretiyordu radyomuz için. Bu fikrine katılıp, onay verdim patron olarak, fakat ekledim “ilerde sadece seçkin marka ve insanların reklamlarına izin vereceğiz Keremciğim, ufak başlayıp çok büyüyeceğiz, önce mahalle radyosu, sonra semt radyosu, sonra şehir, ülke derken tüm dünya da sözü geçen 3-5 radyodan biri olacağız, Obama bile konuk olmak isteyecek bize göreceksin” dedim ama pek takmadı beni. Onun aklı daha çok sanatsal işlerdeydi. O an kesin “şöyle bi skit yaparım, böyle bi intro yaparım, anonsumu şöyle yaparım, Dj mezar turizm mi koysam adımı yoksa çok sevdiğim bir film karakterinin ismini mi alsam” diye düşünüyordu. Tabi anlayışla karşıladım bu düşüncelerini, sonuçta ben patron olacaktım, bu tür şeylerle de o ilgilenecekti.

12 saat oldu bu olaylar yaşanalı, şimdilik başka bir gelişme yok. Ama sanırsam bunu yapacağız, yayın akışını bile hazırladım. Saat gece 12 – 05 arası çeşitli pornoların ses kayıtlarını yayınlayacağım.

10 Ekim 2008 Cuma

"Şikayetim var, sana danışmam lazım"

"Böyle sevgili, aşkito ilişkilerini anlamıyorum. bizim zamanımızda böyle miydi? bir kız ve bir erkek birbirlerini sevdiklerinde aşık olurlardı, birbirlerinden nefret edene kadar gezer dolaşır sonra ayrılırlardı. Şimdi ki durumu anlamıyorum ben.
Bir çift düşün. Erkek geliyor daha ilişki başlamadan diğer erkek arkadaşlarına kızı anlatıyor, nasıl davranması gerektiğine dair diğer erkek arkadaşlarına sorular soruyor. Hayır aga, diğer erkekler de sanki ilişki uzmanı. onlar kendisinden daha beceriksizdir aslında ama yine de sorma ihtiyacı duyuyor. Kızlarda da aynısı, gidiyor direkt en iyi kız arkadaşına anlatıyor erkek arkadaşını. Sonra kızdan onay bekliyor. aaa iyimiş veya kötüymüş demesini bekliyor. kendi hislerine göre değilde kız arkadaşının dediğine göre hareket ediyor. Yanlış bu baba yanlış. Erkeklerde de aynı şey var aslında. onlar da erkek arkadaşlarına anlatıyor. tek farklılık var ki, erkek arkadaşları genellikle puşt olduğundan çok çirkin ve edepsiz bi hatun olsa bile onaylıyolar bu ilişkiyi. Bi süre sonra ayrılma noktasına geliyo bu ikili, ve yine arkadaşlara sarılıyolar "ne yapsam ne etsem" diye. iki tarafında söylediği şey şu 'sen daha iyilerini bulursun, siktir et, zaten ben en başından biliyodum onun mal olduğunu...'
yahu arkadaşım, senin ilişkine sen niye başkalarını karıştırırsın ki? hayır ilişkiye başlarsın, bişeyler olur, konuşacak birilerini ararsın git danış arkadaşlarına, içini dök ama ne bu daha başlamadan "kanka yeni manita buldum aha fotoğrafı bu, aha şu bu bu şu şu bu şu şu" demeler? hayır bi de o arkadaşların ne kadar şerefsiz olduğu daha kıza ilk günden "yenge" demesiyle anlaşılıyor yahu. ama yok, yenge diyoruz ki direkt dünya ahiret bacımdır'ın sinyalini çakalım arkadaşa, tartışma çıkmasın. Bu olay çok canımı sıkıyor.
Aslında bu ne demek biliyor musun? bu artık kimsenin birbirine güven duymadığının işareti. Tamam herkes körü körüne birbirine güven duyması gerekmez, mesela geçen çalıştığım yerde, adamın birinin arabası çostlamış, tren parası için dileniyodu, başka bi elemanda geldi 50 kağıt verdi buna, numarasını falan aldı banka numarasını verdi parayı evine gidince geri göndersin diye. adam mal mı, verdi tabi yanlış telefon numarasını banka numarasını da çöpe atmıştır, 50 kağıt uçtu gitti tabi. böyle şeylerde güven duymayacaksın. ama ilişki kardeşim bu, sevmişin beğenmişin, güven duymamak için bi neden söyle bana? tamam aldatılma korkusu falan olabilir. ama öyle bi tehlike yokken bile neden arkadaşlara durmadan gidilir? Bak bi saattir anlatıyorum, ediyorum. Başıma böyle bişey geldi diye beya. Kız gitmiş, arkadaşıyla konuşmuş etmiş, arkadaşı beni onaylamamış, kızda bana yol verdi iyimi. Bu Allahtan reva mı enis? nedir bu yeni yeni ilişki şekilleri? Ağzına sıçtığımın karıları" dedi arkadaşım Cem.
Bende biramdan bir yudum daha alıp kafamı sallayarak söylediklerini onayladığımı gösterdim.